ÂDEM-HAVVA VAROLUŞUNA BAKIŞ; EVRİM, DİL ve DİNİ ÖĞELER

Yazı içeriğinde Âdem-Havva konusuna teolojik anlamda soru-cevap tekniği ile yaklaşılır. Aynı zamanda konu ile ilgili teorilere, dini yaklaşımlara ve evrim konusuna yer verilmektedir.

İnsanoğlu bilindiği üzere geçmişinden bu yana düşünen, merak eden, hayal kuran ve yaşamın anlamını araştıran bir varlık olmuştur. İnsanın sosyal ve irade sahibi bir varlık oluşu da onu diğer canlılardan ayrı kılan özelliklerdendir. İnsanın sürecinde etkili olarak dil ve dinin önemi açıktır.

Canlılığın varoluş serüveninde ‘insan’ olarak ortaya çıkışın evrim anlayışına göre ‘Homosapiens, Homoerectus, Neandertel’ gibi türlerimizin bulunduğu söylenmektedir. Evrim teorisine göre farklı türlerimizin varlığından ve dünyanın her yerinde atalarımızın evrimleştiğinden bahsedilebilirken, dini anlayışlar insanlığın tek ortak atadan geldiğini savunur. Örneğin İslam anlayışında Cennetten kovulan Âdem-Havva hikayesi mevcuttur. Üzerinde durulması gereken soru ve sorunlar ise bilim ve din çelişkisi bakımından olacaktır.

  1. DİNİ ve BİLİMSEL TEORİLERE ÖZGÜN SORULAR

Yukarıda bahsettiğimiz çelişkiye örnek olarak Âdem-Havva teorisinin, tek atadan çoğalma bakımından bilimsel teoriler ile çeliştiği gözlemlenmektedir. Tek atadan çoğalma konusunda insanların kültür ve dil farklılıklarının, renklerinin, dinlerinin farklı oluşu-olmayışı öne çıkmaktadır. ’Bu çeşitlilik tek atadan nasıl ortaya çıktı?’ Sorusu önem teşkil eder.

Ayrıca tek atadan çoğalma konusu ‘kardeş kardeşe’ ilişkiyi de içinde barındırır. Bilimsel olarak insanın kendi kanından biri ile eşleşmesi yüksek oranda kusurlu bir çocuk dünyaya getirmesi demektir. Bu sorunların Âdem-Havva üzerinde tek atadan gelme bakımından baskısı büyüktür. Dolayısıyla insanlığın varoluşu bakımından farklı teorilerde öne sürülmüştür. Bu teorilerden biri; Fransız Okulu’nun Ademler ve Havvalar Teorisidir. Babil Kulesi örneği de verilebilir. Bu Teorilere varoluşu dil bakımından incelediğimiz başlıkta değineceğiz.

  • VAROLUŞ VE DİL İLİŞKİSİ

Bilindiği üzere insanoğlu özellikle yerleşik yaşama geçtikten sonra toplum kavramının ortaya çıktığı ve toplum olmanın getirdiği kurallar neticesinde belirli kurallar ile kültürün oluşumu gözlemleniyor. ‘Toplum Sözleşmesi’ Rousseou’nun teorisi olarak karşımıza çıkıyor. Burada özel mülkiyet ve insan haklarının da oluşumunu gözlemliyoruz. Hikâyenin en başına dönecek olursak burada göze çarpan soru ise ‘diller nasıl oluşmuştur?’.

İnsan bir ailenin ve toplumun içinde doğar. Uzunca yıllar aile bakımına muhtaçtır. Bu bakımından anne-baba, kardeş rollerini, toplumsal normları ve kültürünü, ebeveynlerinin ve bulunduğu toplumun dilini öğrenir. ‘Dil aktarılan bir kültürdür’ diyebiliriz. Örneğin insan bebeklerini farklı bir kıtaya yerleştirecek ve onları ter edecek olsaydık yaşayabilirler miydi? Veya onlarla hiç konuşmayacak sadece temel ihtiyaçlarını karşılayacak olsaydık yeni bir dil oluşturabilirler miydi?

Dünyada birbirleri ile hiçbir zaman etkileşime geçmemiş kökenleri ve yapıları bakımından benzer olmayan diller mevcuttur. Peki bunlar nasıl oluştular? Dil bakımından elde edilen veriler ile tek atadan çoğalma anlayışı tamamen zıt ayrı kutuplar olarak görülüyor. Burada Ademler ve Havvalar Teorisi ve Babil Kulesi teorilerinin sorulara cevap niteliğinde olacağı görülür.

Ademler teorisinde dünyanın birçok yerinde insanlığın ortak atalarından bahsedilirken, Yahudi inanışı olan Babil Kulesinde ise insanlığın tanrıya ulaşacak bir kule inşa etme çabası ve kuleye çıkanların indiklerinde tanrı tarafından birbirlerini anlayamamaları amacıyla her birinin farklı dil konuştukları ve dolayısıyla dillerin bu şekilde çeşitlendiği öne sürülür. Ancak İslam inancında Bakara Suresi 31.Ayete göre; Allah Ademe bütün isimleri öğretmiştir.

Zemahşeri’ye göre Rahman Suresi 2. Ayetten yola çıkarak Allah Adem’e ‘beyanı’ öğretmiştir. Beyan, açıklamak ve açıkça ortaya koymaktır. Bir nesneyi olguyu veya olayı anlamlandırabilmektir. Dolayısıyla içinde dilden öte mantık barındırır. Bu ilme sahip olan Adem’in bütün dilleri ve isimleri bildiği ve çocuklarına da öğrettiği anlayışı savunulur. Bir bakımdan Ademin ‘Fenomen’ kavramına hâkim olduğu öne çıkar.

Toparlayacak olursak bilimsel teoriler-dini yaklaşımlar ve dil bakımından varoluş incelemelerinin teoloji çatısı altında toplanarak anlamlı ve gerçeğe yakın sonuçların ortaya koyulması kaçınılmazdır. Her bir kavramın diğerine muhtaçlığı görülür. Olgu ve olaylar bakımından anlamlandırma sürecinde insanoğlu da yardıma muhtaç ve bilgiye açtır. İnançlar göz ardı edilemeyeceği gibi bilimin ışığı da yolumuzu aydınlatmaktadır. Burada harmanlayabilme kabiliyeti, insanın kendi sürecini anlamlandırabilme hususunda büyük rol oynar.

Diğer Konu Başlıkları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bunlarda ilginizi çekebilir

Başa dön tuşu